Bağdat’ta “Mezopotamya Birliği”nden Silopi “Barış Grupları”na...


Öylesine başdöndürücü gelişmeler yaşıyoruz ki, insan neye yetişeceğini, hangisini esas alması gerektiğini, onlarca son derece önemli, her biri bir dönemde bir insanın tüm kariyerini dayandırabileceği kadar zengin konunun hangisine öncelik verip yazmak gerektiğine karar vermek de zorlanıyoruz. Tayyip Erdoğan, Bağdat’ta konuşurken, Türkiye ile Irak’ın ilişkilerinin vardığı noktaya bakarak “İki Devlet-Bir Hükümet” tanımı yaptı. Böyle bir şeyin olabileceği aklınıza gelir miydi? Gerçekten de o gün Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin başta Başbakan, üçte birinden fazlası Bağdat’taydı. Dış dünyadan tek bir bakanın güvenlik gerekçeleriyle gelmekte tereddüt ettiği bu şehre, Türkiye hükümetinin üçte birinden fazlası, bir A-340 dolduracak kadar işadamı ve basın mensubuyla birlikte geliveriyordu. Turgut Özal’ın 1980’lerdeki çıkartmalarından daha büyük bir insan sayısı “Türk heyeti” olarak Bağdat’a iniveriyordu. İki hükümet ortak toplantı yapıyor ve aklınıza gelebilecek en yaygın yelpazede 48 mutabakat metninin altına imza atıyordu. Bunların içinde, Bağdat Demiryolu’nu ta Basra’ya kadar uzatmak, Ahmet Davutoğlu’nun bize anlattığınca AB’yi Körfez’e bağlamak gibi bir “işlev” söz konusuydu. Bir Bağdat Demiryolu projesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son onyıllarının en önemli “stratejik konu başlığı” ve nice güç çatışmasının sebebi iken, şimdi daha da uzun bir güzergahta aynı amaçlar canlandırılıyor ve üstelik buna bir de o zamanlar olmayan bir şeyler boru hatları eşlik ediyor. Bağdat dönüşü uçakta konuşurken, Başbakan Erdoğan’ın Nabucco Anlaşması imzalandığı gün, Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin kendi daveti üzerine gelip, kendisinin bile beklemediği “Nabucco’ya 15 milyar metreküp Irak gazı” taahhüdünde bulunmasından çok duygulandığını, bir “şükran borcu” hissettiğini seziyorum. Nuri el-Maliki’nin bu “jesti”, Türkiye’nin önünü açacacak, geleceğini sağlama bağlayacak en önemli “stratejik projeler”den birinin cankurtaran simidi olmuş. Türkiye de Irak’a bunun “siyasi geri ödemesi”ni elbette yapacak. Irak’ın istikrarına katkıda bulunarak. Bu arada, Türkiye ile İsrail ilişkilerinde ara açılırken, Suriye ile vizeyi kaldırarak 40, Irak’la “iki devlet-tek hükümet” sloganı ile adeta entegrasyona giderek 48 anlaşma imzalanmasının kendiliğinden bölge dengelerine getireceği “devrimci değişikliği” görmek gerekiyor. İran ve İsrail’in dışında kalacağı Türkiye-Irak-Suriye’den oluşan bir “Mezopotamya ekseni” ne demek bir düşünün. Irak’ta Saddam rejimi kalsaydı, Türkiye’nin önünde bu imkanlar olabilir miydi? Türkiye, bu canlı ve yeni dış politika açılımını yapabilir miydi? Mümkün değildi. Irak Savaşı ve sonuçlarına ilişkin temel görüşlerimin değişmediğini –o konuda yanıldığımı zannedenler ve sağa sola bunu yaymaya uğraşanlar için- ilan ediyorum; şu içine girdiğimiz dönem, tersine, doğru çıkmanın keyfini, somut ürünlerini görerek çıkarttığım bir dönem. *** *** *** Ama... Aması şu: Türkiye’nin –uluslararası sistemin gereklerine ve uluslararası konjonktürü dinamiklerine göre- oynayabileceği, oynaması gereken, ondan oynaması beklenen “tarihi-stratejik rol”, Kürt sorunu çözüm rotasına girmeden ve Kürt sorununun “silahlı boyutu” bir kenara bırakılmadan mümkün olamaz. “Açılım”, büyük ölçüde bu idrakin bir ürünü. Daha birkaç gün önce neredeyse birinci ve ikinci kademe, tarihi kuşak ve yeni kuşak, görmediğimiz, görüşmediğimiz, konuşmadığımız kalmayan Irak Kürt siyasi lider kadrolarının tümü de bunu böyle görüyorlar. Bizimle tam da bu nedenle, bu konuda “mesaj vermek” için bu zamanda Irak’ta ve Irak Kürdistanı’nda randevulaştılar. Ve işte tam da bu konuda yarın büyük bir adım atılacak. Abdullah Öcalan’ın önerisi üzerine, yarın saat 10’da Silopi’ye Mahmur Kampı ve Kandil’den “Barış Grubu” adıyla insanlar gelerek kimisine göre “teslim olacaklar” ama esas olarak “Açılım”n başarısına somut katkı sunmak isteyecekler. Aylardır defalarca bu köşede, Abdullah Öcalan ve Kandil için, “sorunun tarafı olmaktan çıkarılmaları ve çözümün bir parçası olmasına dönüştürülmeleri” gerektiğini yazıyorum. Yarın gerçekleşecek gelişme bu yöndeki ilk adım sayılabilir. Radikal’in dünkü manşet-yazısında bu gelişmenin haberini vermiştik. Taraf gazetesi de yarınki gelişmeyi manşetinden verdi. Başka bir yerde gereğince üzerinde durulmamış. Muhsin Kızılkaya dün hayretle beni aradı, niçin bu kadar, tüm ülkenin yakın geleceğini bu kadar önemle ilgilendiren bir konunun Türk medyasında yer almadığını sordu. Hasan Cemal’in bugünkü yazısının bu konuda olduğunu biliyorum. Türk medyasının uyanıklığı ve haber önceliği ve algılama sorunları bulunduğunu da biliyorum. Geçer. Yarından itibaren olayın önemini kavrar ve devreye girerler diye umalım. Olayın asıl önemi, “Barış Grupları” adıyla geleceklere mutlaka iyi davranılması, zarar verilmemesi, bir “tutukluluk hali”ne mazur bırakılmamaları için hükümetin de, medyanın da olağanüstü titiz davranması gereğinden kaynaklanıyor. Olayın önemini, önceliğini kavramazsanız, böyle bir titizliği de gösteremezsiniz. Bundan 10 yıl önce yine Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine gelen 8 kişilik silahlı grupta Yüksel Genç adlı bir genç kız vardı. Uzun bir tutukluluk süresinin ardından serbest kaldı. O, son günlerde üstüste bu konuyu –yani yarınki gelişmenin anlamını- yazıyor. Önceki günkü Günlük’te şu satırlara yer vermişti: “Şimdi Türkiye’de kimi çevreler 1999 sürecinde sağlanan koşullara dönmek istiyor. O dönemde PKK siyasi iktidarın elini güçlendirmek için, demokratikleşme adımlarını atabilmesi için Türkiye’deki güçlerin sınırdışına çıkarmış, benim de dahil olduğum bir gerilla grubunu Türkiye’ye barış ve demokratik çözüm grubu olarak göndermişti.” Yüksel Genç, “silahlara veda” konusunda kaçırılan fırsatları kendince değerlendirdikten sonra bu kez dünkü Günlük’te yarın beklenen gelişme üzerine odaklanıyor ve şöyle yazıyor: “Bu gruplar 10 yıl önce bizim geldiğimiz koşullardan çok daha farklı bir koşulda yola çıkıyorlar. Çok daha farklı ve olumlu beklentilerle yola çıkıyorlar. 10 yıl önce barış bizim için gerçekleşmesi zorunlu bir hayaldi. Şimdi barış hayal değil” diye başlamıştı yazısına. Neden mi? Çok çarpıcı bir tespit yapmış Yüksel Genç. Şöyle: “Biz ilk adımı barışı ve çözümü tartışmayan bir ülkeye, ‘barışı ve çözümü artık tartışın’ demek için atmıştık. Şimdikiler ise barışı ve çözümü tartışmaya başlamış bir ülkeye adım atacaklar”... *** *** *** Gelin Yüksel Genç ile devam edelim: “Biz yıllar önce yola çıktığımızda savaşın rantını yiyenler ve hakim olan savaşseverler yüzünden en kötü ihtimalle, daha barış yürüyüşümüz tamamlanmadan yolda bir yerde öldürülebileceğimizi, en iyi ihtimalle hapse gireceğimizi biliyorduk, şimdi ki grup için ise en kötü ihtimal cezaevine girmektir.” Bu “en kötü ihtimal”in gerçekleşmemesini sağlamak, Türkiye’de “Açılım”ın hedeflerine başarı ile ulaşmasına güvence sağlayacaktır. Nitekim, Yüksel Genç’in analizi şöyle sürüyor: “Farklılıkları uzatmak mümkün. Tüm bu farklılıklar, şimdiki iktidar bu adımı değerlendirmeme, reddetme lüksü olmadığını gösteriyor. 1999’un zorlu koşullarına ve devlet sisteminin geleneksel elit karakterindeki güçlülüğe ve derin sarsılmaz vesayete rağmen dönemin DSP-MHP iktidarının bizi karşılama biçiminden çok daha fazlasını şimdinin AKP iktidarının yapma mecburiyeti bulunuyor.” Yüksel Genç, geçmişte yapılan ve şimdi yapılmaması gereken hatayı şöyle tanımlıyor: “O dönemdeki PKK adımlarını ise devlet cenahı, ‘PKK’nın mağlubiyeti, kendisinin zaferi’ olarak okudu. Bunu her fırsatta dile getirdi. Nasıl ki, galiplerin mağluplarla barışması gibi derdi olmazsa devlette de giderek barış ve çözüm gibi fikirler kaybolmaya yüz tuttu. ‘Beli kırılan mağlubu’ tümden bitirme sevdasına düşüldü. Aradan 10 yıl geçti. Bu yanılgı 10 bin insanın canına mal oldu. Öyle ya 1999’da savaşta 30 bin kişinin yaşamını yitirdiği söyleniyordu, şimdilerde ise 40-45 bin cana malolduğu söyleniyor. Gelinen nokta ise 1999’da gelinen noktadır.” Bu hatanın yarından başlayarak yapılmayacağına, yarın gerçekleşecek gelişmenin Tayyip Erdoğan tarafından önceden bilindiğine inanmak istiyorum. Başbakan’ın Bağdat dönüşü söyledikleriyle yarınki “jest”i birleştirdiğimde 1999 sonrası yapılan hatanın 2009’da tekrarlanmayacağını umuyorum. Elimde kendimce iki sağlam karine var. Biri Barham Salih’in Twitter’e 15 Ekim gece yarısı, biz Bağdat’tan ayrılırken düştüğü not. “Bağdat’ta Türk Başbakanı Erdoğan ile biraraya geldim. Bölgesel işbirliriği için etkileyici vizyon. Irak Kürdistanı’nın Türkiye ile ilişkileri çok uzun bir yol kat’etti!” İkincisi ise İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın 29 Eylül tarihli yani iki hafta öncesine ilişkin Twitter’da düştüğü not. “Iraklı Kürt’le ( isim vermemiş cç) konuştum. Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’deki Kürtler için cesur ve büyük şeyler yaptığı konusunda görüş birliğindeyiz.” Celal Talabani ile Mesut Barzani, acaba yarınki gelişmeden haberli oldukları için mi bize “iyimser” olduklarını söylediler? Yıl 2009. Başbakan Tayyip Erdoğan. 1999’dan farklı olmak zorunda. Olabilir. Çünkü o farklı...
<< Önceki Haber Bağdat’ta “Mezopotamya Birliği”nden Silopi “Barış... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER