O da benim kralımdı!


R’leri söyleyemez, “y” sesiyle yuvarlardı. Bugünkü Swiss Otel’in bulunduğu yerde, Maçka’daki TSYD havuzunun kıyısında, beş yaşındaki kızım Ayla ile konuşuyorlardı. Uzaktan onları izliyordum, Alp Abi’si gülerek bir şeyler anlatırken, bizim ufaklığın kaşları çatıldı. Alt dudak büküldü, sonra birden ağlayarak ayağa kalktı ve tokatı çaktı. Kanım dondu adeta... Alp Abi’si ona ne demiş de bu kadar öfkelenip kızmıştı ? Kafamdaki sorunun yanıtını O’ndan aldım yine : “- Baba ya şuna bak... Deminden beyi benim takletimi yapıyoy... Kocaman adam benimle alay ediyoy!..” Alp Can da laf yetiştirmeye çalışıyor : “Ya valla alay etmiyoyum Aylacım... Ben de yumuyta diyemem mesela!” Güç halle sakinleştiriyoruz Ayla’yı. Ama o günden sonra Alp Can, Ayla’nın en yakın arkadaşı. O söylenemeyen “R” harfi kardeşliğiyle müthiş bir sevgi bağı kuruluyor aralarında... Tercüman spor servisine geldiği zaman, Ayla babasından önce koşup Alp Abi’sine sarılıyor. Artık “r”lere dili döndüğü halde, onun yanında eskisi gibi konuşmaya çalışıyor. Alp Can, bir dönem Akşam’da genel yayın yönetmenliğimi yapan Doğan Abi’nin oğlu... İnanılmaz yakışıklı ve sevimli bir delikanlı. Tercüman’da rahmetli patronumuz Kemal Ilıcak, “Bak bu delikanlı sana teslim. Doğan Abi’nin bize emaneti. Artık eti senin, kemiği bizim” diyor. Bir gözü mavi, öteki yeşil... Futbolu çok iyi biliyor. Basketbola meraklı... Alman futboluna hayran, NBA’de Kerim Abdülcabbar’ın fanatiği... O yıllarda internet yok. Ama bizimki her sabah NBA’den, Alman futbolundan, Beşiktaş’tan taze haberlerle geliyor. Babasından gazetecilik genleri taşıyor, iyi muhabir olacak. Onu seviyorum. Arada futbol da oynuyor Amatör Küme’de... Hem de gol kralı! Bir gece yine Maçka TSYD’de Mustafa Denizli Hoca, Tanju Çolak ve ben yemekteyiz. Yan masadan Alp Can gelip selamlaşıyor. Mustafa Hoca, Tanju’ya “Bak bu genç gazeteci seninle ilgili bir şey yazarsa dikkat et, çünkü o da senin gibi bir kral. Üstelik bir sezonda 39 golü var!” diyor. Bizim “Van Kedisi” saha içinde o kadar uysal ve efendi değil... İstanbul Amatör Küme Şampiyonasında Mecidiyeköy-Okmeydanı maçı var... Mecidiyeköylü taraftarlar, dükkanı kapayıp gelen esnaf, mahalle arkadaşları Alp Can’dan goller bekliyor. Ama Okmeydanı’nın solbeki Ilgaz, gölge gibi peşinde... Fırsat buldukça basıyor tekmeyi, çakıyor çelmeyi... Alp Can hangi kanata gitse, Ilgaz peşinde. Kapışıyorlar. Rezil biçimde küfürleşiyorlar. Hakem düdüğünü öttürüp sarı kartlarını gösterirken, “Çocuklar yapmayın! Siz kardeş sayılırsınız..” diyor. Alp Can’ın yanıtı : “- Sayılmayı filan bıyak... Biz zaten kaydeşiz. Aynı evin çocuğuyuz!... “ Günün birinde Alp Can’ı arıyor serviste gözlerim... Çocuklara soruyorum, “Beşiktaş antrenmanına gitti” diyorlar. Pencereden otoparka baktığımda yardımcım Necip’in (Kapanlı) arabasına atlayıp “tüymekte olduğunu” görüyorum. Meğer bizimki, basketbol hakem kursuna yazılmış, FİBA hakemi olan Necip, sonunda itiraf etti bana : “Çok iyi hakem olacak ne olur idare et!” Oysa ben, O’nun çok iyi bir gazeteci olacağına inanıyordum. İkisini bir arada yürütecek kadar zamanı kalmayacaktı. Yıllar ve yolları birlikte tükettik. Gelişim Söz aylarımızda, binadaki bütün kızlar, gözleri iki renkli bu genç adama adeta aşıktı. Arada fırsat buldukça servise Alp Can’ı görmeye geliyorlardı. Duygu Asena (nur içinde uyusun) bir gün tuzak kurmuş Alp Can’a... O’na aşık beş kızı toplayıp Alp Can’la birlikte bara götürmüş... Ertesi gün alı al, moru mor servise düştü “Ya soymayın aykadaşlay Duygu abla bana çok büyük bi kazık attı... Zoy kuytuldum kızlayın elleyinden!” Utana güle anlatıyordu... Son yıllarda yollarımız ayrıldı. O’nun son durağı Birgün gazetesiydi. Sonra bir kaza geçirip evine çekildi. Gazetecilikteki başarı öyküsünün hep talihsiz toslamalarla engellendiğini, günün koşullarıyla heyecanına eşlik edecek ortamı bulamadığını düşünür, üzülürdüm. Dün toprağa verdiğimiz Alp Can benim oğlum gibiydi... Üç kızım, iki torunum var... Bir oğlum olsaydı, onu kaybetseydim... Alp Can için ağlayabildiğim kadar ağlardım ancak! Bravo Alex Derbiden aklımda kalan soru : 69. dakikada Alex’in sırtında patlayan su bardağı, acaba Fenerbahçe tribününden atılıp Keita’nın sırtına isabet etseydi ne olurdu ? Sanırım maç en az beş dakika durur, Keita ambulansla oyunu terk ederdi. Çünkü O’nun sık sık “artizlik” yaptığını biliyoruz... Alex ise hiç uzatmadı, yattığı yerden kalkıp işine devam etti. Aferin sana Alex... Saygıyı hak ediyorsun. Tek lider Arda Evet, Rıdvan Dilmen haklı... Rijkaard, Arda’yı oyuna alırken, savunmanın önemli adamı Mehmet Topal’ı çıkarmakla intihar etti. Galatasaray’ın Fenerbahçe karşısındaki direnci hepten yok oldu. Oysa çıkması gereken adam Elano ya da Dos Santos olmalıydı. Bir de Arda’nın sakat haliyle sahaya sürülmesine itirazlar var... Bir yere kadar anlıyorum. Ama öyle bir an gelir ki, oyuncunuzla birlikte her şeyi göze alırsınız... O ister, sizin ihtiyacınız vardır. Özveri, engellenemez. O zaman da oynatırsınız onu. Rijkaard da öyle yaptı. Takımında takım ruhunu ayağa kaldırabilecek, liderliği üstlenebilecek tek oyuncusunu, kaptanını sahaya sürdü. Arda oyuna girince Fenerbahçeli Rıdvan Dilmen’i hatırladım ben... Sakat sakat ne pahasına olursa olsun oynadığı maçları!
<< Önceki Haber O da benim kralımdı! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER