İstanbul'un Kurtuluşu


Bugün 7 Ekim 2010. İstanbul'un Kurtuluşu'nun 87. Yıldönümü. Halkımıza kutlu olsun... İlköğretimde hatta ortaöğretimde; layıkıyla öğretilmediği için 6 Ekim'in neden İstanbul'un Kurtuluşu olarak kutlandığına akıl erdiremezdim. Zira (nereden ve nasıl öğrendiğimi anımsamıyorum ama) İstanbul'a Kurtuluş Savaşı sonrasında ilk kez 15 Ekim 1922'de; Refet Paşa kumandasında ordumuzun girdiğini bildiğimden "6 Ekim nereden çıktı" diye merak ederdim. İşin doğrusunu sonradan öğrendim. Ulusal Kurtuluş Savaşımız sona erdikten sonra; Mudanya'da yapılan mütareke görüşmelerinde barış antlaşması imzalanana dek İstanbul'daki işgal durumunun sürmesine; fakat düzeni sağlamak için sürdürülen bu duruma katkı yapmak üzere bir de Türk birliğinin İstanbul'a gelmesine karar verilmişti. 15 Ekim'de bir kez daha zevkle yazarım ama 15 Ekim 1922'de Refet Paşa kumandasındaki Türk Birliği'nin İstanbul'a gelmesi ve Kabataş'tan Fatih'e yaptığı görkemli yürüyüş; beni düşündükçe heyecanlandırır ve duygulandırır. Aslında Refet Paşa'nın bu yürüyüşü 8 Şubat 1918'de; kendisine "Selanik Fatihi" denilmesinden pek hoşlanan Fransa Doğu Orduları Kumandanı General d'Esperey'in; Sirkeci'den Taksim'e yaptığı yürüyüşe bir yanıttı. Senegalli iki seyisin iki yandan dizginlerini tuttuğu beyaz bir atın üstünde; zafer kazanmış bir kumandan edasıyla yürüyen d'Esperey Karaköy'den itibaren büyük sevgi gösterileri altından geçmişti. Refet Paşa tam ters bir rota izledi. Kabataş'tan karaya çıkarak; Karaköy, Eminönü, Divanyolu, Beyazıt üzerinden Fatih'e giderek; Fatih Sultan Mehmet'in türbesinde yürüyüşünü noktaladı. İstanbul İstanbul olalı beri böyle sevinç yaşamamıştı. 13 Kasım 1918'de başlayan işgal 4 yıl sonra kısmen de olsa sona eriyordu. Ancak asıl sona eriş 6 Ekim 1923'te olacaktı. Xxx Lozan Konferansı'nda İstanbul'un boşaltılması konusu fazla tartışılmadı. Zaten; İstanbul'un böyle "düzen sağlamak" bahanesiyle işgal edilmesi mantığa aykırıydı. Hele 16 Mart 1920'de; "fiili" işgal İngiltere'nin "resmi" işgaline dönüşünce işler iyice çığırından çıkmıştı. Böyle bir mantıksızlık Almanya'ya bile dayatılmamıştı. Eğer ortada bir "suçlu" varsa; savaş suçlusu sayılması gereken Almanya'nın başkenti Berlin işgal dışı bırakılmıştı. Elbette tek başına karar veremezdi ama Mondros limanındaki Agamemnon zırhlısında İngiliz Amirali Calthorphe'la mütareke koşullarını görüşen Rauf (Orbay) Bey; (bence) buna rıza göstermemeliydi. Zira İstanbul savaş içinde işgal edilememişti. Doğrudan İstanbul'a yönelik saldırılar Çanakkale'de ve Gelibolu'da durdurulmuştu. Rauf Bey'in Mondros'ta koparttığı ya da koparttığını zannettiği tek ödün İstanbul'a gelecek müttefik donanma içinde Yunan savaş gemisi bulunmayacağı sözü olmuştu ki; bu da doğru çıkmamış ve Yunanistan'ın ünlü iki savaş gemisi Kılkış ve Averof; müttefik donanmanın en önünde gelmişlerdi. Lozan'da görüşülen tek husus işgal kuvvetleri İstanbul'dan ayrıldıktan sonra; "mütareke döneminde" bu işgal kuvvetlerine "hüsnükabul" gösteren İstanbullular'a kötü muamele edilmeyeceğine dair temenniler olmuştu. Ama Ankara hükümetinin zaten böyle bir niyeti yoktu. Xxx Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz'da imzalandı. Hazırlıkların yapılması için bir süre bekledikte sonra; "tahliye günü" olarak 6 Ekim belirlendi. 6 Ekim 1923'te Şükrü Naili Paşa kumandasında ordu birlikleri kente girerek kenti teslim aldı. "Mütareke İstanbul'u" olarak da isimlendirilen dönem yaklaşık 5 yıl sürmüştü. Ordu birliklerimiz değişik yerlerden kente girerken; Dolmabahçe rıhtımında ilginç bir tören yaşanıyordu. Rıhtıma müttefik kuvvetler ve ordu birliklerimiz merasim düzeni içinde gelmişlerdi. Sırayla bayrağımızı selamlayarak teknelerine bindiler ve gemilerine gittiler. İstanbul artık gerçek sahiplerinin elinde ve onların kontrolündeydi. İşgal kuvvetleri böyle bir merasimle İstanbul'u terk ederken; İstanbul bayram ediyordu. Ama bu bayramı paylaşamayanlar da vardı. Bunların başında; mütareke süresince işgal kuvvetleri subaylarına; evlerini, sofralarını hatta yataklarını açan bir kısım "İstanbullular" vardı. Dolmabahçe sırtları tepeleme doluydu. Kadınlardan bazıları kucaklarındaki bebekleri kaldırıyor; "bizi bırakıp nereye gidiyorsunuz" diye ağlaşıyorlardı. İşgal altındaki İstanbul'da kendilerince keyif sürenler müthiş bir korku içindeydiler. Bu arada yaşanmaması gerekenlerin de yaşandığını; bunca yıl sonra kabul etmek durumundayız. Bence bunların başında Ali Kemal'in kaçırılması ve Ankara'ya yargılanmak üzere götürülürken İzmit'te trenden indirilerek linç edilmesi gelir. Bu olayla Mustafa Kemal'in hiçbir ilgisi ve bu konuda bilgisi olmadığını ve bunun Nurettin Paşa'nın işi olduğunu biliyoruz. Aslında değerli bir hukukçu olmasına karşın; damat Ferit kabinesinde İçişleri Bakanı olarak Anadolu hareketini baltalamaya çalışması unutulmamışken; İstanbul basınında Anadolu hareketini küçümseyen yazılar yazması nedeniyle "Artin Kemal" olarak isimlendirilen bu talihsiz insanın kaderi böyle olmamalıydı. Ancak bu türden üzücü olaylar İstanbul'un Kurtuluşu'nun sevincini gölgelemedi. Tüm tarihimiz boyunca yaşadığımız bu ilk işgal 5 yılda noktalanmış oldu. Bir daha yaşamayacağız...
<< Önceki Haber İstanbul'un Kurtuluşu Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER