Niye yalan söylüyoruz?


"Kültür Müslümanlığı, merasim Müslümanlığı, şeklî Müslümanlık..." Bunlar İslam âlemi çapında bizim bugünümüzü bize anlatan ve hepsi de Hocaefendi'nin değişik zamanlarda değişik vesilelerle kullandığı tabirler. İlaveleri de var: "Metafiziğe kapalılar; determinist mülahazalar bakışlarını bulandırmış." Elimizi vicdanımıza koyalım ve soralım kendimize; yanlış mı? Hangi birimiz yaşayageldiğimiz dinî hayatı, sahih bilgi, doğru bilgi temeli üzerine oturtmuşuz ki? Hangi birimiz ailemiz veya hocalarımızdan öğrendiğimiz namaz, oruç, zekât vb. ibadetleri daha sonra aslî kaynaklarına inerek tetkik etme, bilgilerimizi kontrolden geçirme ve bu ibadetlerde derinleşmemizi sağlayacak bir yola başvurmuşuz ki? İslam'ın muamelat hükümlerine ait ilmihal seviyesine aşkın bilgiye sahibiz ki? Hatta kaçta kaçımız ilmihale yani ilmu'l hâle vâkıfız ki? Ama sırası gelince büyük büyük laflar etmemizde üstümüze yok. Bilginin İslamîleştirilmesi mesela! Ehlinin malumu olduğu üzere buradaki bilgi, geleneğin sürekliliği içinde bize intikal eden bilgi değil; aksine Batı dünyasından transfer edilecek bilgidir. İyi ama biz bütünüyle bizim düşünce kodlarımızdan çıkmış, bizim metodolojimizle ürettiğimiz kendi bilgimizi içselleştirebilmiş değiliz ki! Diyelim ki bilgiyi transfer ettik ama hangi Müslüman'la bu bilgiyi İslamileştireceksin ki? Kültür Müslümanlığı nitelendirmesine hak kazanacak, imanı da, ibadeti de taklit seviyesinde olan ve bir türlü tahkike ulaşamamış hatta tahkik ihtiyacı bile hissetmeyen günümüz Müslümanları ve Müslümanlığı ile mi? İşte bunları söyledi geçenlerde Hocaefendi. "Şimdi bırakalım bu türlü sözleri," dedi "bilgiyi transfere bakalım; çalışma disiplinini, düşünme ve bilgi üretme sistemini öğrenmeye çalışalım." Acıdır aslında bir Müslüman için bunları söylemek. Bir zamanlar dünyaya medeniyet öğretmiş, bilginin merkezliğini yapan bir dünyanın şimdilerde transfer edelim demesi, öğrenmeye çalışalım demesi gerçekten acı ve inciticidir. Fakat realitelerle yüzleşmek zorundayız. Onlar bugün, dün bizim bulunduğumuz, biz bugün onların dünkü bulunduğu yerdeyiz. Terk-i mevki etmiş durumdayız daha anlaşılır bir ifadeyle. Sohbet meclisinde bulunanlardan bu sözleri yadırgayanlar oldu mu bilmem ama sanki varmış gibi bu düşünceleri temellendirme cihetine gitti Hocaefendi sözlerinin ilerleyen kısmında. Dedi ki: "Halihazırdaki toplum yapısını, o yapının İslam ile olan irtibatını görmelisiniz." Ardından bu yapıyı öyle bir cümle ile anlattı ki bu cümle vihle-i ûlada çoklarının dudaklarını uçuklatacak cinsten: "Hz. Ömer'in adalet sistemini getirseniz şimdi; bırakın sokaktaki insanı, camideki insan bile isyan eder." İnsanı gerçekten sarsan, irdeleyen, şoke eden bir tespit bu. İsterseniz sözün burasında bir nebze durup, içimize dönelim ve soralım kendimize; biz böyle miyiz? Cevap; genel manada ve/ya çoklarımız itibarıyla böyleyiz... En basitinden; adalet deriz, kul hakkı deriz ama hac kuralarında torpil yaptırmak -ki bunun manası bir başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmek demektir- için her türlü gayreti gösteririz. Böylesi uç bir örnek verdim; çünkü Allah'a ibadet etmede, farz vecibesini yerine getirmede de bunu yapıyorsak, varın gerisini siz hesap edin demek istedim. Ehliyet deriz, liyakat deriz ama oğlumuzun, kızımızın, torunumuzun işe girmesine sıra gelince, başkasının hak ve hukukunun yenmesini aklımıza bile getirmeyiz. Trafiğe çıkarız; acelemiz var diye son tahlilde kul hakkının yendiği her türlü hak ihlalini gönül rahatlığı içinde yaparız hatta bu ihlalleri yapmayanları ahmaklıkla suçlarız. Neden? Düzen böyle. Hemen peşinden belki de vicdanî ızdırabımızı aza indirgemek, bir rahatlama yaşamak için "Düzen sana uymuyorsa, sen düzene uyacaksın." deriz. Başka misaller vermeye gerek var mı bilmiyorum. O zaman Hocaefendi bu tespitinde haklı değil mi? Kılı kırk yararcasına adaletin gözetildiği Hz. Ömer sistemi veya daha doğru bir isimlendirme ile İslam'ın adalet anlayışı, hukukun üstünlüğü, kanunlar karşısında eşitlik gibi ilkelerin mutlak manada uygulandığı bir sistemde, o sisteme ilk defa karşı çıkacak olanlar bu hayat tarzını terk etmekte zorlanacak olan Müslümanlar değil midir? Biz devam edelim sohbete kaldığımız yerden: "Dış dünyayı bırakın, kendinize bakın. Üstad bu gerçeği görmüş ve talebelerine yaptığı dua cümlesinden belli bir müddet sonra 'sadıkîn' vasfını çıkartmıştır." Halk tabiriyle şapka çıkartacağınız bir temellendirme bu. Daha başka tespitleri de var Hocaefendi'nin aynı istikamette. Mesela Bediüzzaman Hazretleri'nin takva tarifi. Ehemmiyetine binaen aynen aktarayım: "Bu günlerde, Kur'ân-ı Hakîm'in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer, celb-i nef'a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahat ve cazibedar hevesat zamanında, bu takvâ olan def'-i mefasid ve terk-i kebâir üssül-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemeyen kurtulur." Gördüğünüz gibi zaman, mekân ve insan faktörleri başka bir anlatımla arka plan şartları kavramların yeniden tanımlanmalarında nasıl da rol oynuyor. Sohbet ortamına geri döneceğim; kaldığımız yer, sözün belli bir kıvama geldiği yerdi. İçinde bulunduğu halet-i ruhiye ve söze muhatap olanlar da zaten söylenecek sözler adına yollara Arnavut kaldırımı misali taşlar döşenmesine yardım ediyordu. Söz sultanına kalan, sadece sözü söylemekti. O da söyledi: "Niye yalan söylüyoruz? Söyleyin bana, kaç insan var milimi milimine hayatı İslami esaslara göre yaşayan? Kaç insan var haramdan yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçan? Kaç insan var İslam'ın dertleriyle geceleri uykularını terk edecek kadar dertlenen? Evet, niye yalan söylüyoruz o zaman?" Başların yere eğildiği bu ortamı daha fazla uzatmanın manası yoktu ihtimal; onun için şiirin kafiyesini koyup bitirdi. Biz de onunla bitirelim: "Kabul edelim şu gerçeği; insanımızda maneviyat duygusu azaldı. Pozitivizm ezdi geçti bizi. Materyalizm lehine bir yıkım oldu bizim dünyamızda. Bu yıkımın merkez üssü Anadolu coğrafyası idi. İslam dünyası bu yıkımın radyoaktif tesirlerinden etkilendi. Merhum Osman Yüksel Serdengeçti 'Bir Nesli Nasıl Mahvettiler' diye hikâyesini yazdı bu vetirenin."
<< Önceki Haber Niye yalan söylüyoruz? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER