Söylenenlerin somut belgelerle ispatlanması lazım

Avrupa Basın ödüllü gazeteci Yavuz Baydar, hükümetin yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından sarıldığı 'paralel devlet' iddialarının Avrupa'da karşılık bulmadığını söyledi.

Söylenenlerin somut belgelerle ispatlanması lazım

    • Baydar, ''Devlet içindeki kapalılık geleneği medyaya da sinmiş durumda.Siyasi kültür medya kültürüne de egemen.''
    • Yavuz Baydar,ses kayıtlarıla ilgili medyada 'Bu kayıtlar yasadışı, mahkemenin de yayın yasağı var. Yasal olduğu belli olmayan bu kayıtları yayınlayamayız” diye üretilen saçma sapan bir görüş var. 
    • Kapatılan Twitter ile ilgili de konuşan Baydar,'Twitter olayı,bir toplumun hayallerine zorla el konulduğunun, geleceğinin nasıl karartıldığının örneği olarak tarihe geçecek.'dedi


    Avrupa'nın Pulitzer'i olarak bilinen Avrupa Basın ödülü, gazetecilik hayatında iki kez işten kovulmuş olan Yavuz Baydar'a verildi. Baydar, Avrupa'da  medyanın durumuyla ilgili büyük bir ümitsizlik ve derin bir kaygı olduğunu söylüyor. Ne Avrupa'da ne Amerika'da paralel yapı söylemine ikna olan bir kişiye bile rastlamadığını söyleyen Yavuz Baydar,''Bize 2-3 aydır söylenenlerin somut kanıtlarla inandırıcı belgelerle ispatlanması lazım.” dediler.

    Avrupa Basın Ödülü'nün zamanlaması manidar oldu. Bu ödülü neden size verildi?

    Bu ödül bana, Sabah gazetesi bağımsız ombudsmanı olarak yazdığım iki köşe yazısının yönetim tarafından sansürlendiği, ‘basın özgürlüğü için sergilediğim mücadeleye destek amacıyla' verildi. Yani ödülün sadece bana verilmediği çok aşikâr. Ödülü alırken de söyledim. Bu ödül Türkiye'de yıllarını gazeteciliğin onurunu, haysiyetini korumuş, temel sosyal, toplumsal, ahlak kurallarının arkasında durmaya çalışmış ne kadar meslektaşımız varsa, 200'den fazla işini kaybetmiş, keyfi bir şekilde işten atılmış olan meslektaşlarıma gitti. Bu ödül yaşamını kaybetmiş olan Hrant Dink gibi meslektaşlarıma gitti.

    Bunun dışında bir mesajı var mı ödülün?

    Zaman'a röportaj veren Baydar,Ödülün arka planında Avrupa'da medya sektörü içinde en ‘gösterişli' olarak bilinen Türkiye'de medyanın içinin ne kadar boşaltıldığı, hiçleştirilip, anlamsızlaştırıldığının manzarası var. Medyanın en tepesindeki patronların çıkarları doğrultusunda hizmet yapmayı kabul ettikleri için işe alınan genel yayın yönetmenleri, bir kısmı özgürlük ve bağımsızlıklarını satmış köşe yazarları; editörler, servis şefleri, muhabirler, otosansür kültürüne isteyerek veya istemeyerek içi boş ‘gösterişli' manzaraya katkıda bulunuyor. Yani gösterişli medya içinde bomboş bir habercilik resmi var. Medya sektörünün gazeteciliği beraberce savunması gerekiyor. Her şeyi bir tarafa bırakıp bu mesleğin haysiyetine, şerefine sahip çıkması için bir şeyler yapması lazım.

    Ciner, Doğan ve Demirören gruplarının medyasına müdahalelere tanık oluyoruz Başbakan'a ait olduğu iddia edilen ses kayıtlarında. Ancak, ‘Bu ses kayıtları legal mi, meşru mu, neyin nesi?' diye medya içinden geliştirilen bir argüman da var. Siz nasıl bakıyorsunuz?

    Bu argümanların elle tutulur hiçbir yanı yok. “Bu kayıtlar yasadışı, mahkemenin de yayın yasağı var. Yasal olduğu belli olmayan bu kayıtları yayınlayamayız” diye üretilen saçma sapan bir görüş var. Elbette kişiler arasında yapılan konuşmalar mahremiyet adına önem taşır. Ama kamu yararı diye bir şey var. Biz mahremiyeti tek başına alır, sadece onun üzerine bindirilmiş bir gazeteciliği konuşursak saçmalamış oluruz. Esas mesele, mahremiyetin bittiği, ve kamuyu bilgilendirme sorumluluğun başladığı çizgiyi iyi çekebilmek. Ortada yasal soruşturmalar var. Savcılık tarafından takip edilmiş soruşturmalarda, ortaya çıkan bir sürü belge var.  Konuşmalara takılanlar arasında gazeteciler de var. Zaten meseleyi daha karmaşık hale getiren de bu. Gazetecilerin kendileri bu kayıtlar ortaya çıkınca, diğer siyasilerden bile daha çok bağırmaya başlıyor. Bu konuşmalardaki gazeteciler suçludur demiyorum asla. Ama medya yöneticileriyle yapılan konuşmalardan bazılarını bizzat başbakan doğruladı mı, evet. Eğer hal böyleyse, Başbakan'ın ‘ne var bunda söylediysem' diye yaklaştığı konuları görmezden, duymazdan gelenlere ve gazetecilik anlayışlarına şüpheyle bakmaya başlarım. Bırakın bunu, Başbakan evvelce ‘dükkan sahipleri' dediği medya patronlarının da ötesine geçmiş ve son Habertürk konuşmalarını doğrularken, bizleri yani medya çalışanlarını kastederek ‘onlara öğretmek lazım' diye bizi de aşağılama noktasına varmış durumda. Bu, meslek haysiyetine sahip olan hiçbir gazetecinin kabul edeceği bir aşağılama değildir. Buna itiraz edilir, sonuna kadar. Ayrıca biz halka her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatmak zorundayız.

    ‘ALO Fatih, ALO  Mustafa' döneminin sonuna yaklaşıldığı yorumları yapılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Kimin ne dozda ne seviyede baskıya maruz kaldığını, başbakana ve patronlara hangi konularda direnip direnemediğimizi görmeye başladık. Bizim medyanın içinde mafya usulü bir suskunluk yasası var. Özellikle üst düzey çalışanlar arasında bu çok yaygın. Bunca yıldır bir iki istisna dışında özgeçmişini yazmış genel yayın yönetmeni yok.  E, uzun zaman patronunuzla mutemetlik seviyesinde sırdaş olursanız, bunlar arasında meslek ahlakına da uymayan işler varsa, çekinirsiniz tabii. Devlet içindeki kapalılık geleneği medyaya da sinmiş durumda. Kol kırılır yen içinde kalır zihniyeti... Siyasi kültür medya kültürüne de egemen.

    Özgürlükler kısıtlanıp, medya, yargı ve emniyetin köküne kibrit suyu ekilirken, havuz medyası halkı bilgilendirmek yerine neden hâlâ iktidar safında hizalanıp, insanları birbirine karşı kışkırtıyor?

    Türkiye'de medya her zaman şu ya da bu siyasi ideolojinin ve patronların belirgin iş faaliyetlerinin hizmetine sunuldu, meşrebine göre dar kapsamlı habercilik yaptı. Öyle dizayn edildi ve öyle kalması tercih edildi. Gazetecilik köşe yazarlığından ibaret zannedildi. Haber kadroları daraltıldı, kalanlar ezildi, yazı işleri tarafından çoğu kez otosansüre zorlandı. 2000'lerin başında AK Parti iktidara geldiğinde ve AB ile müzakerelere başladığında, medyayı zincirlerinden kurtaracak, rahatlatacak birtakım köklü reformlar yapması gerektiği konuşuluyordu.

    Neydi o reformlar?

    Eğer Türkiye herkesin hak ve özgürlüklerinin garantilendiği bir anayasaya kavuşacaksa, bunun ön koşulu bağımsız ve özgür bir medyanın tahkimiydi. Bu da öncelikle TRT'nin ve diğer kanalların bir devlet propaganda borazanı olmaktan çıkartılıp -on yıllardır TRT böyle kullanıldı ve hırpalandı- derhal BBC gibi gerçek bir ‘kamu yayıncısı'na dönüştürülmesiyle mümkündü. Başına da mesleğini dürüstçe yapmaktan başka bir kaygısı olmayan iyi gazetecilik yapabilecek insanların getirilmesi söylendi. Bu çok net olarak birkaç kez hükümete altı çizile çizile, benim de olduğum bazı özel toplantılarda söylendi. Aksi halde Türkiye'nin eski kavgalı günlerine geri döneceği, sadece kendi kuyruğunu kovalamaya, kısır döngüye mahkumiyete devam edeceği belirtildi. Diğer önemli nokta ise sendikal hakların kuvvetlendirilmesiydi. Bütün medya patronlarının kurdukları kötülük zinciri içerisinde, ki başka iş alanlarından gelip bu işe girmiş olanlarını kastediyorum, ilk işi sendikaları kendi kuruluşlarından kovalamak oldu. Sendika üyeliği ciddi bir risk faktörü haline geldi. Elimizdeki rakamlara göre şu anda Türkiye'deki toplam 14- 15 bin gazeteciden yüzde biri sendika üyesi olmaya cesaret edebilmiş. Sadece yüzde 1! Kollektif haklar deyince durmak lazım. Bir meslektaşımız işini kaybettiğinde bir toplu dayanışma hareketi, ortak itiraz göremiyoruz. Bu meslekteki insanlar yıllardır işinden her an olma korkusu içinde yaşatılıyor. İş güvencesinin olmayışı, otomatik olarak editoryal bağımsızlığı kısıtlıyor. Avrupa'da herhangi bir düşüncedeki bir gazeteci siyasi veya ekonomik baskı gördüğünde anında bütün gazeteciler toplanıp meslektaşları için haykırmaktadır.

    Gazeteciler, haberciler, editörler hakikatle imtihan mı oluyor?

    Kesinlikle. Bu hakikatle imtihan halinin bir şekilde son bulması lazım. Türkiye'de bütün medya çalışanları yeteri kadar imtihandan geçti. Artık yolun sonuna gelindi. Buradan bir çıkış yolu olmalı. Medya sahipliğinde saydamlığı şeffaflığı sağlayamamışsınız. Bütün bunlar için gerekli olan, AB'nin istediği iki başlığı açmamışsınız. Kamu ihaleleri ve sosyal haklar başlığı gibi diğer pek çok başlığı Fransa ve Kıbrıs bloke ederken, bu iki başlığı açmayan Ankara'nın ta kendisidir. Sebebi belli bana göre.

    Nedir?

    Çünkü bu başlıkları açtıkları anda Ankara'daki siyasi güç sahipleriyle, başta başbakan ve bakanlar olmak üzere İstanbul medyasının sürekli gözü parayla kamaşmış, gazeteciliği umursamayan, bu mesleğin ne olduğunu bilmek dahi istemeyen ‘gösterişli' medya patronları aralarındaki bağlar ortadan kalkacaktı. Herkes bu kirli saadet çarkı dönmeye devam etsin, gazeteciliğe esasında düşman olan bu kirli ittifaklar sürsün istiyor. Ama gördüğünüz üzere dönmüyor işte. Yıllardır dilimizde tüy bitti böyle bir sistemle yönetilen bir medya dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde yok diye. Bu sistemle ilerleriz diyorlarsa demokratik bir ülke olamayız. Demokrasi gibi bir amaç yoksa da sıradan bir Orta Asya ülkesinden bir fark kalmaz.

    Bizdeki liderliğin ne kadar kof ve çapsız olduğunu gördük

    “Erdoğan dönemiyle, demokrasi ile İslam'ın bağdaşmayacağı görüldü” yorumlarına katılıyor musunuz?

    Ben hala siyasetin içinde din olabileceğini düşünüyorum ama bunun makul dozu ne olacak? O önemlidir. Makul dozu nedir, ki diğerlerinin inançlarına, yurttaşlık haklarına, görüşlerine ve hayat tarzlarına asla vermesin. Bugünlerde biz bu ülkede Demokrasi-İslam, ahlak -siyaset ilişkisini sorguluyoruz. Vicdan sahibi herkes bu konuda endişelidir. Artık bitmiş, ömrünü tamamlamış görünen AKP iktidarıyla bunun olup olamayacağını aslında hepimizin deneyip görmemiz gerekiyordu. Kendisi İslam'ın içinden çıkıp yükselmiş olan bir siyasi hareket, acaba o eski dediğimiz, ahlaksızlarla çöküntüye uğramış, bitmekte olan Türkiye'ye ahlaklı davranış adına bir örnek, yeni bir çıkış yolu gösterebilir mi? Bunu yaşayıp görmeliydik. Gelinen nokta maalesef iflas noktasıdır. Türkiye bunu hak etmiyordu. Bundan sonra kötü anlamda olacakları da kabullenebilecek bir noktada değil.

    Avrupa'daki Hristiyan demokratlar gibi Türkiye'den bir gün Müslüman demokratlar çıkar mı?

    Din güdümlü, din eksenli, mezhepsel siyaset devri kapanmıştır. İnsanlara ne düşüneceğini, neye inanacağını, hangi yaşam tarzını benimseyeceğini dayatırsanız, ‘içkiyi kısıtlıyorum, bu dinimizin emri'  derseniz, her hayat alanında siyasi mühendislik taslamaya kalkarsanız, hem bu ülkeyi kanun devleti olmaktan çıkarır, hem de insanları dinden ve birbirinden soğutursunuz. İşte bu yüzden insanlar bu yüksek gerilim noktasına geldi.  Karanlığın ortasında bir yerde duruyoruz. Bize hiç yakışmadı, çünkü biz bunu başarabilirdik. Mısır ve Tunus'a bakıyorum. Mısır ‘da yaşananlar çok hızlandırılmış bir filmdi.  Zaten bir donanımı da yoktu İhvan'ın. Ama Tunus'ta farklı bir manzara yaşanıyor. Gannuşi'nin kucaklayıcı tavrı olumludur bu söylediklerim anlamında. Biz bu iki ülkenin fersah fersah önünde bir yerde olmalıydık. Ama maalesef ki bizdeki liderliğin ne kadar kof, dar kafalı, çapsız olduğunu, ne kadar gizlenmiş niyetleri olduğunu, kötülüğe ne kadar yakın olduğunu görmüş olduk. Kötülük çok sık kullandığım bir kelime değil. Ama şu anda böyle bir kötülük güdümü var. Kötü bir siyaset tohumu var ve bundan Türkiye'ye hayırlı hiçbir şey çıkmaz. Çok endişeliyim, umutlarımı kaybettim.

    Ahlaklı, iyi tohumlu bir siyaset bu ülkeye gelmeyecek gibi konuşuyorsunuz…

    Türkiye'de her şeyin farkında olan sessiz bir çoğunluk var aslında. Onların tecrübesine, bilgeliğine ve iradesine güveniyorum. İnsanlar bence ahlaksızlığı, baskıcılığı, yeni bir vesayetçiliği kabullenmeyecek kadar engin bir akla, vicdana ve bakışa sahip. Bir başka avantaj ise, Türkiye'nin önünde şimdi peş peşe üç tane seçim olması. Türkiye'nin üç şansı var yani. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyeceğini, Türkiye'ye kötülük tasarlayanları, onu karanlığa çekmeye çalışanları demokratik yollardan cezalandıracağını düşünüyorum.

    İnsanlara koyun muamelesi yapamazsınız

    Twitter ciddi derecede kısıtlandı.Facebook ve YouTube'u kapatma tehdidi, internet yasasının onaylanması Türkiye Çin mi oluyor?

    Twitter olayı, bir ahmaklığın bütün bir toplumu nasıl bir kabusa sürüklediğinin, hayallerine zorla el konulduğunun, geleceğinin nasıl karartıldığının örneği olarak tarihe geçecek. Ama Türkiye gibi bir ülkede haber alma özgürlüğünü kısıtlamak çok zor. Burası ekonomisi itibariyle büyük global sistem içinde yer alan bir ülke. Türkiye toplumu ve yeni kuşaklar interneti,  sosyal medyayı çok yüksek oranda kullanıyor. Verilere baktığımızda Twitter'da  Facebook'da dünya şampiyonuyuz. Bunlar bize Türkiye toplumunun sessizliğe bürünmeyeceğini gösteriyor. Bunu bastıramazsınız. Dikişler atar. Ne kadar boğmaya çalışırsanız, sivil direniş o kadar çok olur. İnsanlara koyun muamelesi yapamazsınız. Toplumun kendi iç dinamiği var. Bundan geriye dönüş mümkün değil. Ben isterdim ki ciddi bir sosyal medya kullanıcısı olan cumhurbaşkanı ve diğer yöneticiler internet yasağına daha net karşı çıkabilsin ve bize geleceğin aydınlık taraflarını göstersin. Ama burada sınavını iyi veremedi. Bu ona ciddi puan kaybettirdi, kendisi de farkındadır.

    Bütün bu baskılar karşısında ne yapmalı?

    Risk almak lazım. Ben birtakım riskler aldım, iki kez işten atıldım.  2004'te Aydın Doğan, 2013 Haziran'da da Sabah'ın patronu sadece yazılarım nedeniyle, sözleşmeleri ihlal ederek beni kovdu. Özdenetim yapsın diye aldıkları bir bağımsız ombudsmanı kovarak, buradaki medya imajını dışarda beş paralık ettiler ve asla  utanmadılar. Kötü günler geçiriyoruz. Benim gibi kovulanların ne yaşadığını iyi biliyorum ve erişebildiklerimi arayıp geçmiş olsun demeye çalıştım. Bir mesleki sözlü tarih hazırlığı yapılması lazım. Son 20 yılda ne oldu, kim ne yaptı, nasıl sansürlendi, biz kendimize nasıl oto sansür uyguladık, hangi haberleri görmedik, çarpıttık, kimleri mağdur ettik. Etekteki taşlar dökülmeli, Bizim işimiz gerçekleri olduğu gibi anlatmak. Yalan söylemek, sahtekarlıklara ortak  olmak değil. Yalan söylemek iktidarların, bazı sermayedarların işi. Gazetecilik riskleri göze almaktır, bunu unutmayalım.

    Avrupa Türkiye'de olup bitenleri, gidişatı, medyayı nasıl okuyor?

    Medyanın durumuyla ilgili büyük bir ümitsizlik ve derin bir kaygı var. Başbakan'ın ne kadar müdahil, ısrarcı ve aşağılayıcı olduğunu ortaya çıkaran son ses kayıtları Avrupa ve Amerika'daki meslektaşlarımızı dehşete düşürmüş durumda. ‘Görülmemiş bir realite.' deniyor. Siyasi durumla ilgili de endişeli bir bakış var. Burada yaşananları çevremizdeki bazı ülkelerin otoriterleşmesiyle paralel görüyorlar.

    ‘Paralel yapı' yorumlarına inanıyorlar mı?

    Israrla sordum “Paralel devlet, hayalet yapı, vaiz lobisi söylemlerine inanıyor musunuz?” diye. İkna olmuş bir tane insana rastlamadım. “Bize 2-3 aydır söylenenlerin somut kanıtlarla inandırıcı belgelerle ispatlanması lazım.” dediler.

    P24 nasıl bir oluşum, hangi maksatla kurdunuz?

    Çok ciddi bir cepheleşme var meslek örgütleri arasında. Dolayısıyla biz bunu kurarken öncelikli olarak bunu bir medya gözlemevi gibi kurduk. Türk medyasının görevleri, hangi haberi görüp görmediği, hastalıklı noktalarıyla ilgili teşhisler raporlar hazırlıyoruz. Çeşitli konularda araştırmalar hazırlamak, genç meslektaşlarımızı eğitmek amaçlarımız arasında.  AB üzerinden ve STK'lerden, çeşitli yardım ajansları aracılığıyla gelen birtakım kaynakları gazetecilik eğitimi için kullanıyoruz atölye çalışmalarıyla. Mart ayı boyunca tüm Türkiye'de seçimin nabzını tutacak yerli yabancı meslektaşlarımıza bir seçim otobüsü projesi başlatmıştık. Güney'i izlediler, Doğu Karadeniz'e gittiler. Şimdi Urfa, Diyarbakır Batmana gidecekler. Özellikle işini kaybetmiş olan meslektaşlarımıza bu vesileyle küçük bir katkımız, mesleki teşvikimiz olduysa ne ala.
    << Önceki Haber Söylenenlerin somut belgelerle ispatlanması lazım Sonraki Haber >>

    Haber Etiketleri:
    ÖNE ÇIKAN HABERLER